TEFSİR:
Cenâb-ı
Hak peş peşe ferman buyurduğu bu suallerle müşrikleri Allah’ın varlığını,
birliğini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini ve Kur’an’ın gerçekliğini
kabule yönlendirmektedir. Çünkü bu sualler muhatabı her yönden kuşatmakta, ona
kaçıp kurtulabileceği en küçük bir delik bırakmamakta ve onu gerçeği itirafa
mecbur kılmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse:
Öncelikle
kendi yaratılışlarına dikkat çeker. Bu kadar mükemmel ve ölçülü bir yaratılış,
bir yaratıcı olmaksızın tesadüfen kendiliğinden mi ortaya çıktı? Bunu belli bir
takdir ve ölçüye göre var eden bir Rab, bir Yaratıcı yok mudur? Önceleri yokken
sonradan yaratıldıklarına göre, şayet akılları varsa, kendilerini bir yaratanın
olabileceğini düşünmeleri gerekmez mi? Yoksa onları bir yaratıcı yarattı da
başıboş mu bıraktı? Yoksa onlar Allah’a kulluktan başka bir maksat için mi
yaratıldılar? Yoksa yaratıcı onlar da, kendilerini ve eşyayı yine kendileri mi
yarattı? Yoksa Yaratan’ı hiçbir şey yerine koymadıkları için mi O’nun kudretini
hesaba katmıyor, cezasından korkmuyor ve imansızlık ediyorlar?
İkinci
olarak, göklerin ve yerin yaratılışına ibretle bakmayı ister. Yoksa gökleri ve
yeri onlar mı yarattılar? Hayır onlar yaratmadılar. Çünkü onlar, kendilerine
sorulduğu zaman “Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır” derlerdi. Fakat yine de
şüphe içinde dolaşır, O’nun mantıklı sonuçlarını tatbik edecek kesin bir kanaat
ile hareket etmez, emir yasak tanımaz, mûcizelere inanıp, peygamberi tasdik
etmek istemezler. Hakikati anlayıp ona teslim olmak işlerine gelmez. Sadece
peygamberin, zamanın felaketlerine çarpılmasını bekler dururlar.
Üçüncü
olarak, Allah Teâlâ’nın maddi manevî hazineleri söz konusu edilir. Yoksa Rabbin
hazineleri onların yanında mıdır? Nimetleri onlar mı dağıtıyorlar? Böyle bir
hakları varsa peygamberliği istediklerine verebilir, o yüce rütbenin Hz.
Muhammed (s.a.s.)’e verilmesini engelleyebilirler. Fakat onların böyle bir hak
ve salahiyete sahip olmadıkları açık bir gerçektir
Dördüncü
olarak, hâkimiyete dikkat çekilir. Yoksa her şeyi hâkimiyetleri altına alan
onlar mıdır? Bu hâkimiyetle -hâşâ- Allah’a bile galip gelmişler, hazinelerini
ele geçirmişler de onun vermek istediğini verdirmek istemiyor; yahut da
Allah’ın verdiğini zorla geri almak istiyorlar, öyle mi?
Beşinci
olarak, vahyi ve ilâhî bilgileri alma yollarına bakılması istenir. Yoksa
onların bir merdivenleri var; Allah’ın Mele-i A’la’ya gönderdiği emirleri,
vahiyleri ve diğer bütün ilâhî sözleri o merdivenle göğe yükselip dinliyorlar;
böylece kimin kimden önce öleceğini ve Kur’ân’ın Allah tarafından gönderilmeyip
uydurularak O’na isnat edildiğini biliyorlar, öyle mi? Öyleyse bu bilgileri
dinleyenlerin açıklayıcı, kuvvetli bir delil getirmeleri, dinlediklerini ispat
etmeleri gerekmez mi?
Altıncı
olarak, Kur’an ve Peygamber’in getirdiği tâlimatlara uygun davranmadıkları için
içine düştükleri itikadî yanlışlara yer verilir. Bunların başında Allah
Teâlâ’ya çocuk isnat etmeleri gelir. Çocuklardan da, kendileri için yüz karası
ve utanç sebebi saydıkları kızları Allah’a tahsis ediyorlar. Meselâ onlar,
meleklerin Allah’ın kızları olduğunu ileri sürüyorlar ve onların adına bir
takım putlar yapıp, Lât, Uzza, Menât gibi dişi isimler vererek tapıyorlar,
sonra da, “Biz bunları Allah’a ortak koşmuyoruz, Allah’ın kızları oldukları
için bize şefaat etsinler diye onlara tapıyoruz” diyorlardı. Ancak kendilerine
gelince kız evladını hor görüyor ve oğlan istiyorlardı. Bundan daha gülünç
inanç ne olabilir? Bu çeşit açık cehalet karanlıklarında yuvarlanıyorlar da,
Allah tarafından ilim ışığını kendilerine getiren kimseye can düşmanı
oluyorlar.
Yedinci
olarak, tebliğe karşılık ücret meselesine dikkat çekilir. Yoksa Peygamber
(s.a.s.) onlardan bir ücret istiyor da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı
kalıyorlar? Âyette geçen اَلْمُغْرَمُ
(mağrem) kelimesi esasen “suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar
karşılığı” anlamına gelir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma
gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara
da “mağrem” denilir. Yani onlar, zorba hükümetlerin baskıları altında ağır
vergilerle ezilmekte olan halk gibi midirler ki Peygamber (s.a.s.)’in
davetinden yüz çeviriyor, onun için felaketler bekliyorlar?
Sekizinci
olarak, gayb konusu gündeme getirilir. Yoksa gayb onların yanında da, onlar
istediklerini yazıyor, istediği kararı veriyor; mutlak mânada neyin faydalı
neyin zararlı olduğunu biliyor, insanların faydasına olacak şekilde uymaları
gereken kanun ve kaideleri belirliyor; kimin önce öleceğini Levh-i Mahfuz’dan
alıp halka onlar haber veriyorlar, öyle mi?
Dokuzuncu
olarak, müşriklerin Resûlullah (s.a.s.) ve mü’minler için kurdukları tuzaklar
söz konusu edilir. Onlar Peygamberimiz ve müminlere kötü bir plan hazırlamak
istiyorlardı. Bu âyet müşriklerin Dârü’n-Nedve’de tertip etmek istedikleri su-i
kastı haber vermektedir. Fakat âyetin verdiği habere göre o küfredenlerin
kendileri aldanacak, kurdukları tuzağa kendileri düşeceklerdi. Nitekim öyle
olmuş; Allah Resûlü (s.a.s.) sağ sâlim hicret ederken Ebû Cehiller Bedir’de
yakalanıp öldürülmüşlerdir. Böylece söz konusu âyet, gaybı önceden haber vermiş
ve bunu onların değil, Allah’ın bilip peygamberine haber verdiğini gözler önüne
sermiştir.
Son
olarak müşriklerin Allah’tan başka taptıkları putlara dikkat çekilir. Onların
Allah’tan başka ilâhları vardı. Bunların kendilerini Allah’ın azabından
kurtaracaklarını zannediyorlardı. Halbuki Allah onların koştukları ortaklardan
uzaktır. Daha doğrusu Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.
Bütün
bu sualler gerçeği açık olarak ortaya koyacak kuvvette ve netliktedir. Nitekim
Cübeyr b. Mut‘im, Bedir savaşından sonra Kureyşli esirlerin serbest
bırakılmaları için Mekkeli müşrikler tarafından konuşmak üzere Medine’ye
gönderilmişti. Medine’ye geldiklerinde Peygamberimiz (s.a.s.) akşam namazını
kıldırıyor, namazda da Tûr sûresini okuyordu. Cübeyr’in kendisi şöyle
anlatıyor: “Resûlullah (s.a.s.) sûrenin bu bölümüne geldiğinde, heyecandan
kalbim göğsümden dışarı fırlayacak zannettim.” (Buhârî, Tefsir 52) O gün bu
ayetleri işitmesiyle İslâm onun kalbine kök saldı, daha sonra müslüman
olmasının önemli sebeplerinden biri oldu. Fakat umûmen kâfirler bu gerçeklere
inanmak istememişler, Peygamber (s.a.s.)’den ısrarla mûcize talep etmişlerdir.
Meselâ onlar “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi üzerimize göğü parça
parça düşür!” (Şuarâ 26/187) diye istekte bulunuyorlardı. Bu isteklerine
binâen o kâfirler, o kadar inatçı bir hâle gelmişlerdi ki, gökten bir parçanın
düşmekte olduğunu görseler, artık azabın tepelerine inmekte olduğuna şâhit
olsalar bile yine inanmayacak, bunun hakkında “üst üste kümelenmiş bir bulut
yığını” diyecek kadar büyük bir gafletin içinde idiler. Fiilen başlarına
gelmedikçe kabul etmezlerdi. Onların bu inkâr hâllerini anlatmak üzere âyet-i
kerîmede şöyle buyrulur:
“Şu bir gerçek ki, haklarında Rabbinin azap
sözü kesinleşmiş olanlar iman etmezler. Kendilerine her türlü delil ve mûcize
gelmiş olsa bile inkârda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gözleriyle görünceye
kadar!”
(Yûnus 10/96-97)
“Eğer
onlara istedikleri gibi melekleri indirseydik, ölüler dile gelip kendileriyle
konuşsaydı ve her şeyi toplayıp şâhit olarak karşılarına getirseydik, Allah
dilemedikçe yine de onlar iman edecek değillerdi; fakat onların çoğu
bilmezler.” (En‘âm 6/111)
Öyleyse:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri